Dünyamı Aydınlatan "Özgür"lük - 3 - Mısırlı Köylüden Amerikalı Tanrıya
- Sencer Özgür
- 3 Nis 2016
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 Ara 2024
Bundan yaklaşık 45.000 yıl önce, Afrika’dan yola çıkmış olan Homo Sapiens’ler, Avrupa’nın ortalarına kadar geldiler. Daha önce Asya’nın güneyi boyunca rahat bir şekilde ilerlemiş olan Sapiens’ler, Avrupa’da zor iklim ve coğrafik koşullarla karşı karşıya kalmışlardı. Ancak yalnız da değillerdi, 10 binlerce yıl önce buraya yerleşmiş olan Neandertaller, fiziksel olarak bu ortama çoktan uyum sağlamışlardı. Ama Sapiens’ler de doğal malzemelere şekil vermede, bu malzemelerden yararlı ve estetik eşyalar yaratmada çok daha yetenekliydiler.
Mesela, sadece Neandartallerin olduğu döneme ait kalıntılarda sanata ait herhangi bir kanıt bulunamamıştır. Ancak Homo Sapiens’in tarih sahnesine girmesi ile birlikte, insanlığın önce gördüklerini, sonra hissedip düşlediklerini farklı zemin ve malzemelere aktarma çabasına girdiği görülmektedir. Neandertaller, Sapiens’leri taklit ederek yeni şeyler öğrenmiş olsa da, tanışmalarından yaklaşık 10.000 yıl sonra tarih sahnesinden çıkacaklardı.
Görsel sanatlar ya da başka bir sınıflandırmaya göre yüzey sanatları, buz devri avcıları olarak adlandırılan insan türünün günlük hayatlarında yaşadıkları ve onlar için önemli olan konuları, özellikle geyik ve bizonlar gibi av hayvanlarını mağara duvarlarına resmetmeleri ile başlamıştır.
Yine geleneksel sınıflamada görsel sanatlara, çağdaş sınıflamada ise hacimsel sanatlara dahil olan heykel ise işin bambaşka bir boyutudur. Tarihteki ilk heykel çalışmaları ve ilk taşınabilir sanatsal eserler, taşa yontulmuş kadın figürleri olmuştur. Bu figürler, kabilelerinin devamlılığında çok önemli olan doğurganlığı vurgulayan şişman kıvrımlı kadın şeklindeki heykelciklerdir. Bilinen en eski heykelcik Eski Taş Çağı’na denk gelen M.Ö. 25.000 yılına ait olan "Willendorf Venüsü" isimli heykelciktir. 1908 yılında Avusturya’nın Willendorf kasabasında bir demiryolu inşaatı sırasında bulunan ve yaklaşık 11 cm uzunluğunda olan bu eser de bir kadın figürüdür. Fransa’dan Rusya’ya kadar olan alanda, 100’ün üzerinde benzer doğurganlık figürleri bulunmuştur. Antropologlar tarafından bunların “güzel” sanatsal eserler kaygısı ile değil, tapılan tanrı figürleri olarak kullanıldığı bildirilmektedir.

(Burada bir parantez açmadan edemedim “Art” kelimesinin kökeni “Ar” kelimesine dayanır. “Ar”, “to fit” ya da “fit together” yani uyumlu hale getirme, birbirine uygun hale getirme olarak tanımlanabilir. O nedenle aslında “Art”, bizim “sanat” dediğimizde aklımıza gelen estetik kaygı ile ortaya konulmuş eserden daha geniş bir anlam taşımaktadır. “Art” kelimesinden türemiş diğer kelimelere bakalım: artefact: yapay, insan eli ile yapılmış, artificial: suni, yapma... Kısaca “Sanat” insan tarafından yapılmış tüm eserlerdir. Bu noktada ikiye ayrılır; pratik ya da endüstriyel sanat (zanaat) ve güzel sanatlar. Benim konuya kısa yorumum şu şekilde; Bilim ve sanat birbirini tamamlayan iki kavram, keşfetmek bilim – icat etmek sanat... Çok uzatmadan parantezi kapatalım.)
Ayırt edilebilir bir sanatsal stil ortaya koymuş olan ilk medeniyet ise Mısır olmuştur. Bilinen ilk örnekleri M.Ö. 3100 yıllarına dayanan Mısır Medeniyeti stilindeki heykeller günümüzde hala ayaktadır.
Amerika kıtasında ise heykel oldukça büyük ölçekteki figürlerle başlamıştır. M.Ö. 1200 yıllarına dayanan kalıntılarda, heykellerin tarzı ilkel olsa da ölçekleri anıtsal boyutlardadır (2 metreyi bulun taşa yontulmuş kafalar şekilleri). Amerika'nın ilk uygarlığı tarafından ortaya konan bu türden figürler, orta Amerikan kültüründe 2000 yıl boyunca kalıcı bir etkiye sahip olmuştur.

M.Ö. 5. Yüzyıl, tarihin garip tesadüflerinden birine de heykelcilik konusunda tanıklık etmiştir. Bu yüzyılda iki farklı coğrafyada ortaya konacak heykel stilleri, tam 2500 yıl sonra farklı stüdyolarda birbirlerine rakip olacak sanat akımlarının ilk örnekleri olmuşlardır. Bu dönemde, klasik Yunan sanatı epik gerçekçiliğin peşindedir; sanatçılar hareketli ya da duran insan vücudunu, gözle görülenin birebir kopyası şeklinde ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu stil, Rönesans’tan başlayıp 19. Yüzyılın sonuna kadar hakim olacak klasik gerçekçilik akımının atasıdır. Diğer taraftan aynı dönemde Afrika’da yapılan heykeller çarpıcı bir şekilde insan uzuv ve özelliklerinin deforme edilmiş şekillerinden oluşmaktadır. Yüzyıllarca var olacak olan bu gelenekteki Afrika figürleri, kübizm ile modern sanat akımını başlatacak olan Picasso’nun (1881-1973) deneyimsel çalışmalarına ilham kaynağı olmuştur. Ama artık biz biraz geriye dönüp, heykeltıraş Frédéric Auguste Bartholdi (1834-1904) ve oradan da yazımıza konu olan “Özgürlük Heykeli”ne gidelim.

Bartholdi, kuzey doğu Fransa’da, Colmar şehrinde dünyaya geldi. Babasını 2 yaşında kaybetti, 3 abisinden 2 sini genç yaşta, avukat olanı da ilerleyen yıllarda çeşitli hastalıklardan kaybetti. Annesi babalarından kalan serveti gayet iyi yöneterek, Bartholdi’nin iyi bir eğitim almasını ve hayat kurmasını sağladı. Babalarının ölümünden hemen sonra aile Paris’e taşınmıştı (Paris’te yaşamış oldukları ev şu anda Bartholdi Müzesi olmuştur). Louis-le-Grand Lisesi'nden 1852 yılında mezun olan Bartholdi, ardından mimarlık ve resim eğitimi alacağı Ulusal Güzel Sanatlar Okulu’na gitti.
1855-1856 yıllarında, dünya üzerindeki farklı ülkeleri ve kültürleri göreceği ve hayatının sonuna kadar damgasını vuracak olan Mısır ve Yemen gezisini gerçekleştirdi. Anıtsal heykeller yapma fikri tam da bu tarihi topraklarda geçirdiği zamanlarda ortaya çıkacaktı. Fransa’ya pek çok fotoğraf, çizim ve gravürler ile döndü. 1965 yılına kadar doğduğu şehir Colmar’da birçok anıt, abide ve heykel yaptı.
Birinci bölümde de aktardığım üzere; 1965 yılında, Edouard de Laboulaye tarafından verilen bir yemeğe katıldı. Bu yemekte Laboulaye tarafından, genç Amerika halkına sunulmak üzere, Fransız Amerika dostluğunu simgeleyecek olan devasa heykel fikri ortaya konulacaktı.
Diğer taraftan, aynı yıl içinde, Barthildo çizdiği eskizler ile dikkatini çektiği Mısır Hidivi İsmail Paşa tarafından, önemli bir proje için mimar ve heykeltıraş olarak seçilmişti. İsmail Paşa, Süveyş Kanalı’nın kuzey girişi olan Said Limanına büyük anıtsal bir deniz feneri inşa etmek istiyordu. Bana sorarsanız, Verdi’ye “Aida”yı besteleten birisi için gayet makul bir istekti. Bartholdi, 1869 yılında, Mısır’a ikinci kez gidiyordu. Yanında götürdüğü öneri, Fransız mühendislerinin yaptığı Süveyş Kanalı’nın girişine (Port Said), deniz feneri olarak tasarlanmış dev bir kadın heykeli projesiydi. Bu heykel geleneksel bir cübbe giymiş ve bir elinde meşale taşıyan Mısırlı köylü bir kadın şeklinde tasarlanmıştı. Mısır’ın tarihinden ve kültüründen yola çıkılarak yapılmış olan bu çalışmanın adı ise bazı kaynaklarda “Işığı Doğuya Taşıyan Mısır” bazılarında ise “Dünya’yı Aydınlatan Doğu” olarak geçmektedir.
Ancak proje, o dönemdeki Mısır Hidivi İsmail Paşa’nın yaşamakta olduğu finansal sıkıntılar nedeni ile kabul edilemedi. Daha önceki bölümde bahsetmiş olduğum Mısır’ın Avrupa için pamuk kaynağı olma hakimiyeti, Amerika İç Savaşı’nın (1861-1865) sona ermesi ile ortadan kalkmıştı. Bu durum Mısır için mali açıdan oldukça sarsıcı bir gelişme olmuştu.
Bartholdi için dümeni batıya, Amerika’ya doğru çevirme vakti gelmişti. Fransa tarafından Amerika halkına hediye edilecek dev heykel üzerinde çalışmaya başlayan Bartholdi, 1870-1872 yılları arasında Mısırlı Kadın Projesini, Özgürlük Tanrıçasına doğru dönüştürmeyi başardı. Elindeki projeden yola çıkarak birkaç farklı model ve eskiz çalışması ile tasarımı yeniledi. Kadının giymiş olduğu oryantal elbiseyi, sol omuza tutturulmuş klasik döneme ait bir toga ile değiştirdi. Sol eline “Bağımsızlık Bildirgesi”ni ekledi. Kafasına 7 kıtayı ve denizi simgeleyen, 7 uzantılı taç eklendi. Ayağında, baskı ve zulümü simgeleyen kırık bir zincir uzandı...
Ve gelelim Özgürlük Anıtı’nın yüzü için model alınan kişiye. Esas olarak tasvir edilen, Roma’nın özgürlük tanrıçası Libertas’tır. Bununla birlikte yüzün tasarımında model alınan kişi ile ilgili değişik kaynaklardan farklı rivayetlere ulaşılıyor. En fazla üzerinde durulan, Bartholdi’nin annesi Charlotte Beysser Bartholdi ismi olmaktadır. İkinci sırada ise Isabella Singer geliyor; Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Merritt Singer’in eşi. Isabella Singer eşi öldükten sonra ünlü Hollandalı müzisyen Victor Reubsaet ile evlenerek yeni eşinin ünvanı ile Camposelice Düşesi olur. Bu dönemde tanışmış olduğu Bartholdi’ye modellik yaptığı rivayet edilmektedir. Buna birkaç isim daha eklenebilir, ancak hiçbiri için bir kanıt ya da geçerli kayıt bulunmamaktadır.
Bartholdi Müzesi’nin Müdürü Regis Huber de bu rivayetlerin hiç birinin doğru olmadığını kaydetmektedir. Ve şöyle devam etmektedir: “Bartholdi figürün tasarımının güçlü ve fakat basit olmasını istemiştir, bu sayede limandaki bulunduğu yerden, New York Koyu’na giren gemilerdeki yolcuların Manhattan’a doğru ilerlerken, değişen görme açılarının tümünde etkileyici bir görüntü sergileyecekti. Bu tasarımda yapıtın ölçeğinin büyüklüğünü ve kutsal amacını yansıtan kalın klasik hatlar ve basitleştirilmiş modelleme uyguladı.”
Bartholdi ise kendi tekniğini şöyle anlatıyordu: “Önemli yerleri vurgulanmış, kalın ve net bir şekilde tasarlanmış, geniş ve basit yüzeyler olmalıdır. Detayları genişletmekten ya da çeşitlendirmekten kaçınılmak gerekir. Daha net görünür hale getirmek için ya da ayrıntılar ile onları zenginleştirmek için yapıyı detaylarla abartılı hale getirmek orantı ve uyumun kaybına neden olacaktır. Son olarak, model, bir tasarım gibi, hızlıca bir krokiyi ortaya koyarcasına, karakterin özetini sunmalıdır. Gereken tek şey, karakterin irade ve çalışmanın ürünü olması ve sanatçının bilgi ve tecrübesine odaklanarak, şekli bulması ve şeklin olabilecek en basit haline ulaşmasıdır.”
Aslında herşey, büyük kızım, sevgili Ceren’in basit bir sorusu ile başlamıştı. Şu anda buraya sığdırmaya çalıştığım O’nun yaktığı bir meşale ile gördüklerimin çok küçük bir kısmı aslında. Ben kendi adıma bir çok şey öğrendim bu serüven boyunca; tarih adına, antropoloji adına, etimoloji adına, sanat adına ve daha bir çok şey adına... Ama en çok da sormak adına. Karşıma çıkan her isim, her mekan, her olayı sormaya, araştırmaya, aktarmaya çalıştım elimden geldiğince ve tabi konudan uzaklaşmamaya çalışarak. Çok zordu, çünkü her bir soru sayısız isim, mekan ve süreyi beraberinde getiriyordu. Her soru ile yepyeni kapılar, dünyalar, durup bakılması gereken, çokça düşünülmesi gereken açılar ortaya çıkıyordu. Ben bu serüvenimi Cerenim’e hediye ediyorum, hep sorması ve zamanı geldiğinde cevapların peşine tek başına düşmesi ümidiyle...
Bu arada “Özgürlük Anıtı”nın kim olduğu konusunda kişisel olarak vardığım noktayı paylaşmalıyım diye düşünüyorum. İlk bölümde kayıtlara geçmiş olduğu gibi, son cümleyi değiştirerek:
Ceren: Baba bu kim?
Ben: Özgürlük Anıtı
Ceren: Tamam da kim bu?
Ben: Bu bir heykel Ceren
Ceren: Onu biliyorum, heykelin yüzü kim?
Ben: Bu bir sanat eseri Ceren, sanatçının düşünce, bilgi ve tecrübesi ile hayalini gerçeğe dönüştürdüğü biricik bir eser. (İçimden: Her ne kadar bir sanatçı yapmış görünse de, aslında tarih boyunca var olmuş her insanın katkısı var).
Comments